Medeniyet Okumaları





BEYAZLAR ŞEHRİNDE COĞRAFYA – DİL – TARİH – SİYASET  VE  KADER BAĞLAMI İLE MEDENİYET OKUMALARI

          Mimar Abdullah Süha Ermumcu*

Coğrafya bir medeniyetin kaderini belirlemede en büyük etkendir. Siz 3000 yıl önce oturduğunuz beldeden çıkıp dünyayı dolaşma arzusu içerisinde olan bir seyyah olsaydınız ve kış mevsiminde bu beldeye varsaydınız, Beyrut’un sahillerinden üzerinize bakan bembeyaz haşmetli dağları görebilirdiniz ki, bugün de öyle…

Arabistan’dan Suriye’ye, Mısır’dan Irak’a böylesine yüksek ve böylesine haşmetli dağları hatta sıra dağları görmek pek mümkün değildir. Bu yüzden olacak ki, Sami Dilleri’nde[1]  ‘‘beyaz’’ anlamına gelen ‘‘leben[2]’’ bütün bir ülkenin adı olmuştur.
Fenikecede, İbranicede ve Aramicede doğrudan beyaz anlamına gelen bu kelime, günümüz Arapçasında belki de kar beyazı renginden dolayı ‘yoğurt’ anlamına gelmektedir. Günümüz demişken;  marketlerde yakından gördüğümüz süzme yoğurt kıvamında ve peynir tadında ki o beyaz gıdanın adının labne oluşu etimolojik bir tesadüf değildir.

Biraz daha ileriye gidecek olursak, Sami Dilleri’nden olan İbranicenin;  Alef, Bet,  Gimel, Dalet, Hei diye devam eden alfabesinde, bir kelimenin ortasında ve/ya sonunda  ‘bet’ harfi olursa vav a kalbolur (dönüşür). Diğeceğim o ki ‘‘Doğu’’ anlamına gelip Latinceden Fransızcaya geçen ve bütün Doğu Akdeniz kıyılarını belirten ‘‘Le(va)nt’’ kelimesi de bence bu karlı dağlar hürmetine civarın adı olmuştur.

Coğrafya – Lisan arasında ki rabıtaya Beyrut için kısmen değinsek de,  özetle Lübnan’ın güzel, beyaz, tertemiz dağları vardır. Aslında coğrafya sadece yörede yaşayan halkı değil tüm insanlığı etkiliyor. Zira bu karlı dağlar sadece orada yaşayanlara değil tüm insanlığa bir armağan olmuştur. 

Akdeniz’in doğusunda, kuzey güney aksında uzanan; râkımı 3800 metrelere ulaşan haşmetli ve kadîm dağların yamaçlarına kış mevsiminde öyle yağmurlar düşer ki;  sonunda civardaki sahralara  düşm(e)yen yağmurun gelip Lübnan’ın beyaz dağlarının yamaçlarına yağdığına kâni olursunuz. İlâh-i lütuf olan bu yağmurun, burada yaşayan ilk kavim olan Fenikelilere çağ atlatan hammaddeyi tüm dünyaya satma fikri belki de dünya ticaret tarihinin en akıllı olayıydı. Bu hammadde Sedir ağacıydı. Suyu bol alıp uzun süre yaşayabilen ve suya ciddi manada dayanıklı bu ağacın, ülkenin her an dalgalanan bayraklarının tam ortasında bulunması bence en olası seçenekti ki, öyle de olmuş. Aslında bize bu ağaç bir yerden daha tanıdık geliyor. Çocukluğumuzun ressam abisi olarak da bilinen Bob Ross un ‘Belki burada büyük ve yaşlı bir ağaç vardır’ diye ifade ettiği ve yelpaze fırçasını yarı oval ve aşağıya doğru genişleyen hareketlerle tuvale vuruşu halen gözümüzün önünde...

Demiştik ya sadece bu armağan oranın yaşayan halkına değil tüm dünyaya hediyesidir diye, konu ile alakalı sedir ağaçlarının dönemin ve devamında yapılacak eserlerde karşımıza çıkması tüm dünyaya armağan oluşunun açık bir şekilde kanıtıdır aslında. Hz Davud’un (Selam üzerine olsun) inşaatına başlayıp Hz. Süleyman’ın (Selam üzerine olsun)  bitireceği Kudüs’ün baş döndüren mabedinin çatısı,  muâdillerine göre kat be kat dayanıklı olan sedir ağacı sayesinde olacaktı. Hatta Hz. Süleyman ile Sur [3] valisi Hiram arasında ki sedir tomruklarına ait anlaşma bugün muharref Tevrat’da[4] yer almaktadır. Ayrıca Mısıra sattıkları, anca uzaylıların yapabileceği spekülasyonunu çıkaracak kadar olağan üstü sağlamlıkta onbinlerce tomruk sayesinde, Piramitlerin yapımında kullanılan devasa taşlar uzak mesafelerden Giza’ya çekilebildi. Bu yüzden İçinde yaşadığımız coğrafya kaderimizi şekillendiren en önemli unsurlardan biridir. Denir ki; tarih coğrafya tarafından yazılır. Tam da bu sebeple arkanızda sizi düşmanlardan koruyan iki kocaman sıradağ varsa artık Akdenizin serin sularına güvenle açılabilirsiniz. Sadece komşularıyla değil dünyanın bir ucu (Akdeniz) Endülüs Emevîleri ile de ticaretini; El-hamra sarayının güzide ahşap işlemelerini yapacak kadar geliştirmişti.  Yani Cibal-i Lübnan (Lübnan dağları) Fenikeliler için sadece hammadde kaynağı değil aynı zamanda koruyucu kalkan görevi de îfâ etti. Bu sırada Dağların ardında olan medeniyetler Fırat ve Dicle’nin verimli topraklarında kendi hallerinde tarım yapıp saklama alanı olarak piramitleri yaparken; onlar bütün Akdeniz’de ticaret imparatorluğu kurdular.

Çok derinlere inmeden, bu kadar coğrafya, dil ve tarihten sonra konu ile alakalı olarak; Fenikelilerin aslında Yunanlıların verdiği bir isim olduğunu ve bu insanların orada ki asıl isminin Ken’an olduğunu, Ken’an diyarı olduğunu biliyoruz. Ve İbranice de Ken’an ‘‘ tüccar ’’ demekti.

DİL - KADER BAĞLAMI
Diyar-ı Lübnan’ın ülkece toprak genişliği doğu batı aksında 70km iken, kuzey güney aksında 350 km’yi buluyor. Sıradağ boyunca uzanan yapısı denize paralel uzanan Karadeniz kıyılarını hatırlatmıyor değil. Bu 350 km boyunca kıyı şehirleri yüz yıllarca var olmuş. Ve var olma sebebi bu kadar yamaçları olan bir ülkede düz bir zemin arayışı olmuştur. O sebeple en büyük düzlüğün başkent Beyrut olması tesadüf değildir. Bunun yanında büyüklü küçüklü bu ovaların oluşu, engebeli ve sarp yamaçların olduğu bir ülkede dinlenmek ve bir nefes almak için Allah’ın bir lütfu olarak görülüp insanların yerleşim yeri ve ticaret yapmalarını kolaylaştırmıştır.
            Byblos şehri Beyrut’un kuzeyinden 50 km mesafede Beyrut kadar büyük bir düzlüğe sahip olmayan fakat doğal limanıyla başkent ile yarışacak nitelikteydi. Zira bir dönem Beyrut’dan daha fazla deniz ticaretine ve sirkülasyonuna ev sahipliği yapmıştı. Kendi doğal zenginlikleriyle yaptıkları dayanıklı gemilerle yola revan oldular. Rüzgarın götürdüğü yere gidip hem ticaret yaptılar kimi zaman da eğlendiler, gördüler.
            Ticari faaliyetler ciddi manada artınca mısırın çivi yazısı fayda etmedi. Zira bütün icatlar bir ihtiyaçtan doğmuyor muydu? O zamanlara kadar bir nesne o şekliyle ifade ediliyorken; bundan sonra sadece kendine özgü şekli olan kıvrımlarla ifade edilecek olması devrim niteliğindeydi. Mesela ‘kuş’ önceleri çiziliyorken artık 3 harfin yanyana gelmesiyle oluşacaktı.  Aslında bunun yavaş yavaş bir başlangıcı da vardı, 'Alef' öküz başını, 'bet' evi, 'gimel' deveyi, 'dalet' kapıyı tasvir ediyordu fakat kelime içinde anlamından bağımsız olarak bütünün içinde yalnızca bir ses olduması önemli bir feragatti.
            Bu şekilde kolaylıkları kendilerine getirince etkileşimin olmaması mümkün değildi. Götürdükleri her yerde büyük ilgiyle karşılandı bu alfabe (alef, bet). Adriyatik’ten balkanlara, Cebeli Tarık boğazından Endülüs’e, güneyinden ken’an diyarına kadar birçok toplum kendince bu yazıyı benimsedi.
            Rumeli kazası Ohrid’de (günümüzde Makedonya sınırları içerisinde) Saint Kiliment ve Saint Kirilos azizleri önemli bir yer bulur. Tam isabet! Fenikelilerden ama ticaret ama gezmeye gelenlerin bu yerleşime getirdikleri alfabeyi kendi beldelerine ve konuştukları, kullandıkları nesnelere evirince bu değişime Kiril alfabesi dediler ve alfabeyi de orada dinleriyle birleştirince beldenin azizleri olma vasfını kazandılar.
            Azizlik müessesi o dönem bu alfabeyi anlayanları ve kullananları öyle havaya uçurmuş olacak ki bunlara bir de şifre verelim demişler. EBCED! (e,b,c,d). Günümüzde çok yeri olmasa da vaktiyle birbirlerine gizli yazılar göndermek isteyen kişiler bu şifreleme tekniğiyle haberleşiyordu. Şimdilerde ise Lale ile Allah, Gül ile Peygamberimizin (s.a.v)  aynı toplamda olması belki de kullanımının en masumca şeklidir. 

SİYASET – MİMARİ KADER BAĞLAMI

            Birçok medeniyete ev sahipliği yaptıktan sonra 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in  Mısır seferinde hilafetin geçmesiyle bu belde de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu hâkimiyet 1. Dünya Harbinin sonlarına dek tam 400 yıl sürmüştür. Bu barış ve huzur ortamı emperyal güçlerin hırslarıyla bozulacaktı. Osmanlı’nın kaybettiği toprakların birçoğunda olduğu gibi bu beldeyi de zor zamanlar bekliyordu.

            Ezelinden beri Fransızların Akdeniz’in kıyı şehirlerine bir ilgisinin olduğunu biliyoruz. Burada yaşayan kozmopolit yapının Hristiyan kesiminin haklarını nedense hep Fransa kendine dert edinmişti. ‘‘Neden dert ediniyor ki’’ sorusunu sorduğumuzda, tam isabet! Elbette bu dert edinişinin Lübnan’ın doğal zenginliğiyle yakından ilgisi vardı. Fransa’nın nerdeyse tamamının ipek ihtiyacını karşılayan bir bölge neden Fransa’nın sömürgesi olmasın ki? Zaten haklarını da koruyordu. Savunuyordu. 1. Dünya Harbi’nden daha güzel bir fırsat olamazdı. Artık Ken’an diyarı 1947 yılına kadar Fransızların hâkimiyeti içerisine girecekti. Bu süre zarfında hakları savunuldukça savunuldu hatta o kadar savunuldu ki müreffeh yaşayan halk açlıkla, yoklukla, yoksullukla imtihan oldu. Hani haklarını korudukları Hristiyanlar var ya, onlar çoktan göç ettiler. Bu aslında tahmin edilmeyen bir olaydı. Bölge de ki nüfus çoğunluğu Müslüman ve Hristiyanlar tarafından dengeli ve barış içerisinde iken Hristiyanların göç etmesi ile Müslümanların fazlalaşmasını sağladı. 400 yıllık hâkimiyeti içerisinde birçok yatırım yapılmış ve Hicaz demir yoluyla bu yatırımlar Medine’ye kadar süslenmiş iken böyle bir sömürüyü Hristiyanlar da istemiyordu ki; onlar da evlerinden oldu.

            Bu devran böyle dönmeyecekti. Hiçbir topluluk bir başka devletin sömürgesinde yaşamak istemezdi. Kaldı ki var olan bir mimariyi, kültürü,   medeniyeti değiştirmeye çalıştıklarında iyice içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Osmanlı’nın burada yaptığı ve günümüzde meclis binası olarak kullanılan yapının benzerleri veya o üslupta olmaması için emek harcayacaklardı.  İngilizlerin Yeni Delhi’yi inşa ederken Hindû kültürü olsa olsa bu şekilde olur dediği gibi, Fransızlarda bu düsturda ilerlemek istediği âşikardı. Zira kendi coğrafyalarına uygun, yağmurdan korunup rahat bir şekilde alışverişlerini yapıp konutlarına dönebilecekleri mimari bir öğeyi, iklimi benzemeyen, sözüm ona islâmî kemer ile birleştirip bu yöreye uygulayacaklardı. ‘‘Arkat ’’. Zaten bir sömürgenin sadece bölgenin zenginliğini ülkelerine götürmesi beklenemezdi. ‘‘Bir şeyleri’’ de buraya getirmesi lazımdı. Halihazırda Osmanlı’nın buraya olan yatırımlarını asimile etmesi de ancak getirdikleriyle olacaktı.  



            Nihayet bağımsızlılarını ilan edebilecek birlik ve beraberliği sağladılar veya sağlattırdılar. Neden mi sağlattılar. Çünkü Lübnan da hükümetin bir Kotası var. Günümüzde internetin bile sınırsız alındığı; iletişimin bir hak olduğu bu dönemde onların kotaları var hem de internette değil, siyasette.

            Hükümetin üst yetkililerini, cumhurbaşkanı başbakan ve meclis başkanı olarak sınıflandırırsak, cumhurbaşkanı; Aziz Mârun Mezhebi soyundan gelen Hristiyan Katoliklerinden Marûnî, başbakanın Müslüman Sünni’lerden, meclis başkanın ise Müslüman Şia’lardan olma şartı var. Bunun yanında Millet vekillerinin 9’u Hristiyan, 9’u Müslüman olarak bölgede varlığını sürdüren 18 mezhebten seçilme şartı var. Anlayacağınız epey ‘‘bağımsız’’ bir yer Lübnan ve siyaseti.  Bu da çok normal olarak siyasi tıkanıklığa yol açıyor. Öyle tıkanıyor ki 1975 yılında artık halk, devletle ve devletin halledemedikleri problemleri kendi aralarında çözmek istiyor. Bir hakem ve/ya karar mercî olmadan çözülebilmesi mümkün olmayan konularla birlikte; kaçak yollarla ülkeye silah sokulup halk silahlandırılınca iç savaş çıkmış oluyor. 1990 yılına kadar sürecek bu karışıklıkta, 150 bin kişi ölüp, yüzbinlerce kişi yaralanacaktır. Üstüne 6 milyon nüfuslu bir ülkede milyonu bulan bir göç dalgası oldu.

            90’lı yıllarda ülke bitmiş, insanlar birbirini yemiş bir durumdayken Refik El Hariri büyük vaatlerle Başbakanlığa aday oluyor. Seçildikten sonra iç savaşın götürdüklerini tekrar kazanabilmek için imar faaliyetlerini iletişim kanalları ve turizm kanadı için devletin gelirlerini seferber ediyor. Bununla alakalı Hariri, Beyrut Hükümeti ile özel sektör inşaat şirketlerinin ortaklığı ile kurulan Solidere isimli PPP (Kamu-özel sektör-mülk sahipleri ortaklığı) yapısı ile tüm Beyrut’un yeniden yapılanması sürecini başlatan kişi oluyor.


Solidere Projesinin temel hedefleri şöyle sıralanabilir: 
  • Tarihi binaların ve koruma alanlarının restore edilmesi,
  • Yeni geliştirilecek alanlar için kentsel tasarım çerçevesinin çizilmesi,
  • Proje alanı bütününde deniz görünümünün maksimum seviyeye ulaştırılması,
  • Denize açık bir kentsel alan oluşturulması,
  • Bütüncül modern altyapı sisteminin sağlanması,
  • Kamusal alanların yaratımı, seyir terasları, gezi alanları ve yay yollarının yapımı ve organizasyonu,
  • İşyeri ve bu kurumlara ait yerleşkeler, kültürel ve rekreasyon imkanları gibi geniş ve çok fonksiyonlu kullanım imkânları yaratmak,
  • Sağlam kalmış binaları ve şehir manzarasını korumak,
  • Modern ve geleneksel mimari arasında harmoni yaratmak,
  • Şehrin dokusunu ve komşuluk ilişkileri yeniden kurmak,
  • 24 saat yasayan bir kentsel alan oluşumu desteklemek,
  • Pazarlama ve gelişme olguları bütününde sürdürülebilir çevre yaratımını cesaretlendirmek ve bunun için esnek öneriler getirmek,
  • Şehir merkezinin yenilenmesi için mıknatıs etkisi gösteren cazibe olanakları yaratmaktır[5]

2 fazda yapılacak bu imar ve yeniden doğuş; 1. Fazı bittikten hemen sonra Refik Hariri, 14 Şubat 2005'te Beyrut'taki Saint George Oteli kavşağında konvoyuna düzenlenen bombalı saldırıda 22 kişiyle beraber hayatını kaybetti[6]. Bir yıl sonra da çok ‘‘gelişen’’ ve ‘‘güçlenen’’ Lübnan’dan tehdit algılanıp yahudilerin hava bombardımanına maruz kaldı.

Netice olarak şehir ve medeniyet bağlamında bir beldenin kaderi; coğrafya, tarih, din, siyaset ve mimari ile çok derin bağlantıları olduğunu görüyoruz . Ne coğrafyayı tarihten, ne siyaseti mimariden ayırmamız mümkün değildir. Byblios şehri Fenikelilerin yerleşim yeri olarak kullandığı ilk yerlerden. Düzlük alanı Beyrut kadar olmadığı için çok büyük bir yerleşim yeri olmamış lakin şehrin isminden de biblio-tek anlaşıldığı üzere kütüphane anlamına gelen kelimenin türemesi buraya deniz yoluyla gelen kağıtların ve geliştirilen alfabenin değeri büyük.







*    Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mühendislik ve Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Kültürel Mirasın Korunması ve Yönetimi Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi.
[1]    Akadca, Kenanca, Aramca, Arapça, İbranice ve Habeşçe. Dârü’l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Mecmûası (Sene: 1, Sayı: 6, Kânûn-ı Sânî 1332, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1333 s.567-580)’nda yayımlanan “Türkiye ve Elsine-i Sâmiyye” başlıklı makalenin Osmanlıca aslından.
[2]    Leben Kelimesi Tevratta yaklaşık 30 ayette geçer.
[3]  Bugünkü Lübnan'ın güneyinde yer alan Fenikelilerin en büyük şehirlerinden biri (Tyre).
[4]  Krallar - 5. Bölüm Tapınağın yapım hazırlıkları 6-7-8-9. ayetleri
[5]   Çatalbaş,F. , kentsel dönüşüm projelerinin mekânsal ve sosyo-ekonomik etkileri, Y.Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi,2011
[6]   www.cnnturk.com/2010/dunya/02/14/refik.hariri.olum.yildonumunde.anildi/563733.0/index.html



Yorumlar

Popüler Yayınlar